Her zamanki saatinde uyanmıştı. Yine akşama kadar ders verip yorgun düşecek, yine olmadık sebeplerden ötürü kendini tutamayıp

sinirlenecekti. Yatağından kalktı, hazırlanıp dairesinden çıktı. Apartmanın girişine indiğinde gözü faturalar ve el ilanlarıyla dolu posta kutusuna ilişti. Çoğu zaman tek hamlede hepsini alır ve fazla incelemeden buruşturup atardı. Kendi adına gelen ne varsa eline aldı ve bir çırpıda göz gezdirdi. Faturalar arasında beyaz renkli bir zarf dikkatini çekti. Zarfın üzerinde sadece şu yazıyordu:

 

“Umudun resmini çizebilir misiniz?”

 

Olduğu yerde, zarfın üzerinde yazan cümleyi mırıldandı: “Umudun resmini çizebilir misiniz?”


Dairesine geri döndü. Faturaları masanın üzerine fırlattı ve beyaz zarfı açıp içindeki mektubu okumaya başladı:


“Merhaba.


Şu anda bu satırları okuyorsanız zarfın üzerindeki sorunun dikkatinizi çektiğini sanıyorum. Geçenlerde düzenlediğiniz sergiye rkadaşım Gamze ile birlikte geldik. Adresinizi de sergi salonunun yetkilisinden aldık ve elinizdeki zarfı posta kutunuza bıraktık. Umarım kızmazsınız. Galata Kulesi’ni ve Ahmet Çelebi’yi çizmişsiniz bir tablonuzda. Uzun süre bu çalışmanızın önünde durduk arkadaşımla. Ahmet Çelebi kuşlar gibi özgür uçabilmeyi istermiş, bunu daha sonra öğrendim 4. Murat döneminde İstanbul’da yaşayan Ahmet Çelebi o kadar bilgiliymiş ki kendisine “bin fenli” anlamına gelen “Hezarfen” denmiş. 11. Yüzyılda yaşamış bir bilgin olan İsmail bin Hammad el Cevheri’den ilham almış Ahmet Çelebi. Cevheri, kollarına iki tahta kanat takarak Nişabur’daki bir caminin minaresinden atlamış. Cevheri’nin uçuş denemesi ölümle sonuçlansa da bu durum Çelebi’yi yıldırmamış. Cevheri’nin neden başarısız olduğunu araştırmış. Ayrıca kuşların uçuşlarını ve hava akımlarını da incelemiş. Sonunda, tasarladığı kanatlarla Galata Kulesi’ne çıkmış ve kendini boşluğa bırakmış. Sonucu biliyorsunuz… Hezarfen Ahmet Çelebi, içindeki umut anahtarıyla başarının kapısını açmış ve martılar gibi süzülerek Üsküdar, Doğancılar’a inmiş. Bir de “Haliç’e İndirilmiş Gemiler” tablonuz bizi çok etkiledi. O çalışmanız, Fatih
Sultan Mehmet’in Bizans’tan önce imkânsızlığa meydan okumasını hissettirdi bize. “İmkânın sınırını görmek için imkânsızı denemek lazım.” diyen padişahın emriyle gemiler karadan yürütülecek; başarısız olunursa havadan uçurulacaktı. Padişahın bu emri onun ne kadar kararlı olduğunu gösteriyordu. Bu kararlılık tablonuzda resimlenen askerlere de yansımış. Hepsi zafer umuduyla hedefe kilitlenmişler.
Neden bunları sizinle paylaştığımı merak etmiş olmalısınız. Bilirsiniz, insanların hayatı çok sıradandır. Bense hayallerimin peşinden koşuyorum sürekli. Tablolarınız hakkında bilgi sahibi olunca hayalimdeki resmi siz çizebilirsiniz diye düşündüm. Bana tüm kalbinizle gerçek umudun resmini çizebilir misiniz?


Beni kırmayacağınızı umuyor ve adresimi veriyorum.

 

İyi çalışmalar, Merve.”

 

Ressam, mektubun altındaki adrese şöyle bir bakıp başını pencereye çevirdi. Kafası karışmıştı. Bir müddet öylece durdu. Sonra hafifçe gülümseyerek “Umut mu?” diye sordu kendi kendine. Bu kelimenin anlamını çoktan unutmuştu oysa. Şiddetli geçimsizlik evliliklerine zarar verdiğinden eşi, kucağındaki iki yaşındaki kızıyla yıllar önce terk etmişti onu. Hele bir keresinde canından çok sevdiği eşine kaldırdığı eli, yüreğini yıllarca yakacak bir sızının başlangıç anı olmuştu. Günlerce, aylarca hatta yıllarca aradı eşini ve kızını; fakat bulamadı. Bir umutla bekledi dönecekleri günü. Onlardan gelecek en ufak bir iz bile heyecanlandırırdı kalbini. Bu sabah posta kutusunun önündeyken de aynı heyecanı bir kez daha yaşamıştı. Resmettiği tablolarıyla avunuyordu.

 

Merve haklıydı. Mektupta bahsi geçen iki tablo da içindeki umudun dışa vurumuydu. Galata Kulesi’nden umuda kanat çırpan Ahmet Çelebi’ye bakınca kendini görüyordu. Ve Fatih’in Haliç’e indirdiği gemilerdeydi onu yüreği. Eşinin gönül okyanusuna yelken açacak
kalbiydi çizdiği her bir gemi. Sadece onlar mı? Tablolarının birçoğunu bu hayallerle süslemişti.

 

Düşüncelerinden sıyrılıp toparlandı ve gözlerini penceresinden ayırdı. Elindeki kâğıda yeniden baktı. Epey zaman geçmişti ailesini aramayı bırakalı. Umudunu yitirmiş birisine zarfın üzerinde yazan yazı ne kadar da yabancı geliyordu şimdi. Bu duygularla istenilen tabloyu nasıl yapabilirdi ki?


Konu olabilecek seçenekleri düşünmeye başladı.


İlk olarak komşuları geldi aklına. Emekliliğine az bir süre kalan alt kat komşusu Rıfat Bey, ay sonunu zor getirirdi. Apartmanın giriş kapısında karşılıklı söylenen “Günaydın”lar dışında pek konuşmazlardı. Her sabah okuluna giden Rıfat Bey akşama doğru eve gelir ve
erkenden yatardı. Onun monoton yaşantısının içinde gözle görülür bir ışık yok gibiydi.


Üst katında oturan Necla Hanım’ı düşündü sonra. Yıllar önce kocasını kaybetmişti. Eğer dairesinden sesler geliyorsa anlardı ki çocukları ziyarete gelmişti Necla Hanım’ın. Başka zaman üst katta birinin var olduğunu bile unuturdu. Peki ya mahalle bakkalı, kasabı, manavı? Aynı saatte açılan ve aynı saatte kapanan dükkânlar…


Anlaşılan o ki aradığını burada da bulamayacaktı.

 

Çalıştığı atölyeyi düşündü sonra. Şimdilerde fazla zevk almadığı fakat bir zamanlar umut saçan resimler çizdiği o yeri… Peki, ne olmuştu da terk etmişti hayallerini? Neden hayata küserek en ufak bir olaya bile tahammül edemiyor ve sinirleniyordu? Geçimsiz bir adam olarak tanınmasının altında da bu gerçek mi yatıyordu?


Son zamanlar sıkça bunalır olmuştu. Her defasında kendisini atölye dışına atıp uzaklaşmak istiyordu. Böylelikle rahatlayacağını sanıyordu fakat atölyenin bulunduğu sokağı caddeye bağlayan köşedeki işportacının; “Kızınıza güzel kurdeleler almak istemez misiniz?” sorusu karşısında iyice çileden çıkıyordu. Yaşadığı stres yetmezmiş gibi bir de yıllar önce izini kaybettiği kızının özlemi saplanıyordu kalbine.


Oturduğu yerde tekrar kendine geldi. Kısa sürede bütün olumsuzlukları sıralamıştı zihninde. Zarfı açarken yaşadığı duygu, daldığı düşüncelerin ardından yerini hüzne bırakmıştı. Bu mektup onu gerçeklerle yüz yüze getirmişti. Mektubu yazan kişinin adresine baktı,
yerinden hızlıca doğruldu ve evinden çıktı.


Yaklaşık iki aydır apartmandan dışarıya adım atar atmaz kendisini soğuk bir ayaz karşılıyordu. Yine öyle oldu. Montunun fermuarını boğazına kadar çekse de vücudundaki titremenin önüne geçemedi. İş yerine giden yola değil de tersi istikamete yürümeye başladı.
Zihnini kurcalayan bir sorunun cevabını bulması gerekiyordu öncelikle.


Yarım saati aşan bir yürüyüşten sonra mektubun üzerindeki adrese ulaştı. Tek katlı eski bir yapıyla karşılaştı. Evin girişindeki basamakları çıktı ve kapıyı çaldı. Eski ve korunaksız görünen bu evde yaşayanları merak ediyordu. Evin harabe görüntüsü bile istenilen resmin çizilmesi için adeta yalvarır gibiydi.


Kapıyı bir kez daha çaldı. Meraklı bekleyişine karşılık alamıyordu. Etrafına bakındı, sokaktan yardım isteyebileceği biri de geçmiyordu. Çaresizce basamakları indi…


Sabahtan beri yaşadıklarını yeniden yorumlamaya çalıştı yürürken. Aklının bir köşesinde kızının görüntüsü hiç kaybolmuyordu nedense. Bu heyecanının sebebini bilemiyordu. Yoksa az önce ona çok mu yaklaşmıştı? Saçmaladığını düşündü ve kendini toparladı. İstenilen sadece bir resimdi, o kadar. Bu duygularla atölyesinin bulunduğu sokağa geldi.


Görme engelli genç kız birinin geldiğini hissetmiş olmalı ki elindeki kurdeleyi uzatarak; “Kızınıza güzel kurdeleler hediye…” derken öksürüğe boğuldu.


Farklı farklı duygu yoğunlukları yaşıyordu, gözlerini kapattı ve derin bir nefes alarak dudaklarını ısırdı. Sinirlenmişti yine. Aldığı derin nefesi hızla dışarı bıraktı ve kızın bulunduğu köşeyi dönüp atölyesine doğru yürümeyi sürdürdü. Birkaç adım sonra olduğu yerde durakladı. Gözleri baktığı yere kilitlenmişti. Yüzüne yansıyan garip düşünce hissiyle bir müddet öylece durdu. Ardından yavaşça arkasını döndü. Gözlerini, bunca soğuğa rağmen öksürüklerinin izin verdiği ölçüde kurdele satmaya çalışan kıza dikti.

 

“Kızınıza güzel kurdeleler hediye etmek istemez misiniz?” sorusunu yakınından geçen herkese tekrarlıyordu. Karanlıklar içinde hayata direnip mücadele eden genç bir kızdı karşısındaki.


Kısa bir süre genç kızı izledikten sonra arkasını döndü ve atölyesine gitti.


O gün duygularına bir anlam veremeden kullandı fırçasını. Hayatın herkes için farklı yaşandığını bir kez daha anladı. Bazı ellerin soğuktan titreyerek hayatı çizdiğini, bazı ellerin de kendisi gibi hayatı renklerle anlamlandırdığını düşündü.


Akşam olduğunda atölyeden ayrılıp evine gitti. Kalemini ve kâğıtlarını aldı, yatağına uzanıp düşüncelere daldı. Hayallerini ve yaşama sevincini yıllar önce kaybeden biri için umudun resmini çizmek kolay değildi.


Saatler sonra elindeki kâğıda baktı. Tertemiz duruyordu. Belki de üzerinde herhangi bir karalama yapmamalıydı. Bu beyazlığı bozmayıp istenilen resim olarak sunmalıydı. Bu düşüncesi gülümsemesine sebep oldu.


Anlaşılan o ki istenileni bulamayacak ve kalemini oynatamayacaktı bu gece.


Yatağından kalkıp elindekileri masanın üzerine bıraktı ve odasının ışığını kapattı. Karanlık içinde kaldığında birden şimşekler çaktı zihninde. Yerinden doğrulmuştu. Oda karanlık olmasına rağmen net olarak görebiliyordu sanki. “Sanırım buldum.” diye fısıldadı.
Yeniden yatağına girdi ve bir an önce uyumak istedi. Çünkü yarın çizmeye çalışacağı güzel bir resim planlamıştı.


Her zamanki saatinde uyandı. Bu kez atölyesinde ders verip yorgun düşmeyecek, belki de sinirlenmeden sakin bir gün geçirecekti. Odasına dolan güneş ışıkları “merhaba” der gibiydi. Yatağından kalktı ve güzel bir kahvaltı hazırladı. Ardından kâğıtlarını, boya kalemlerini ve birkaç tane de eski gazeteyi alıp evinden çıktı.


Atölyesinin bulunduğu sokağın köşesine geldiğinde her zamanki gibi kurdele satan kız ve bir simitçi ile karşılaştı. Sokağın caddeye bağlanan köşe başına geçip gazeteyi bir köşeye serdi ve üzerine oturdu. Şimdi genç kızla karşı karşıyaydı. Bir müddet onu inceledi. Ardından resmini çizmeye başladı.


Elindeki kurdelelerin renklerinden habersiz, karanlık içinde ama yüreğindeki umut ışığıyla hayata tutunmaya çalışan bu kızı merkeze koyması gerektiğini düşünmüştü. Sayfanın tam ortasına yerleştirdi onu. Çünkü her insan, kendi dünyasının merkezinde bulunuyordu.


Genellikle İstanbul temalı veya doğa temalı çalışmalar yapardı, fakat şimdi ilk defa insanı ön plana çıkaran bir resim çizecekti.


O resmini çizerken, öksürüklerinin şiddeti giderek artan genç kız yavaş yavaş beliren resminde sağlıklı görünüyordu. Tüm olumsuzluklar ortadan kalkmalıydı. Çünkü insan her şeyin en güzelini umut ederdi.

 

Genç kız, kutu içindeki kurdeleler, kaldırım taşları, caddeden geçen arabalar ve birbirinden habersiz onca insan… Kısa sürede ana hatlarıyla tamamladı çizimini. Daha sonra eline boya kalemlerini aldı ve yaşamın iplerine kurdelelerle tutunan genç kıza odaklandı.
Önünde birbirinden farklı renkte kurdeleler duruyordu. Fakat her biri, kızın saçındaki beyaz renkli kurdele kadar güzel görünmüyordu.


Resmi tüm güzellikleriyle çizmeye niyetlenmişti bir kere. En saf ve temiz haliyle… Renklendirmeye geçmeden önce kararını değiştirdi. Genç kız ve kutusundaki kurdeleler hariç çizdiği her nesneyi sahip olduğu renge boyayacaktı. Merkezin rengi belliydi. Kâğıdın
ortasındaki hâkim renk, renklerin en kirlenmemişi olacaktı.


Bir iki saatlik sürede yediği soğuk, ellerini titretiyordu. Genç kız gibi alışık değildi bu duruma. Oturduğu yerden kalktı ve evine doğru yürümeye başladı. Resmin geri kalanını evinde tamamlayacaktı.


O gece genç kız dışındaki her şey kendi rengine büründü. Geç vakte kadar yavaş yavaş bu resim üzerinde çalıştı. Uzun zamandır çalışmalarından birine hiç bu kadar yoğunlaştığını hatırlamıyordu. Bir ressamın ancak içinden gelen bir resmi yaparak varlığını
anlamlandırabileceğini bir kez daha anlamıştı. Bu duygu yoğunluğuyla resmi bitirdi. Üzerine bir not yazıp güzelce paketledi.


Ertesi gün, erkenden çıkarak kendisine mektup gönderen kızın evine vardı ve kapısını yeniden çaldı. Fakat beklediği karşılık yine gelmedi. Paketi evin giriş kapısına bıraktı ve basamaklardan inerek atölyesine doğru yürüdü.


Aradan bir hafta geçti…


Apartmandan çıkarken posta kutusuna ilişti gözleri. Birkaç gündür bakmıyordu. Çoğalan reklam ilanları ve faturalar arasında gözüne çarpan beyaz zarf gülümsemesine sebep oldu. İçeriğini bilmese de teşekkür mektubu olduğunu hissetmişti. Zarfı alarak dairesine çıktı. Atölyesine biraz geç kalacaktı fakat şu anda bunun bir önemi yoktu. Çalışma masasına oturdu ve zarfı açtı.


“Merhaba,


Beni o kadar mutlu ettiniz ki anlatamam. Size ne kadar teşekkür etsem azdır. İnanır mısınız, beni hem mutlu ettiniz hem de bir o kadar heyecanlandırdınız. Gerçekten gönlümdeki umut ışığına açılan kapıyı araladınız.


Arkadaşım Gamze, resmi eline aldığında bir süre durakladı. Ne gördüğünü merak ettim doğrusu.”‘Benimle paylaşmayacak mısın?” diye sorduğumda sesinin titrediğini fark ettim. Resimde bana çok benzeyen birini çizmişsiniz. Resimdeki kız da benim gibi kurdelelerle
yaşama tutunuyormuş. Hem de benim de çok sevdiğim beyaz kurdelelerle. Gamze anlattıkça yüzümdeki gülümseme giderek arttı. Sanki aynada kendimi izledim bir süre. Tarif edemeyeceğim duygular yaşattınız bana. Size ne kadar çok teşekkür etsem azdır.

 

Kendi kendinize soruyorsunuzdur şimdi, neden arkadaşı resmi anlatıyor da o dinliyor diye… İlk mektubumda size görme engelli olduğumu söylemeyi unuttuğum için inanın kızıyorum şimdi kendime.


Sözü fazla uzatmak istemiyorum. Çünkü ben söylüyorum Gamze de yazıyor bu satırları. Okuluna geç kalacakmış uyardı şimdi beni : )


Sanıyorum hayallerime ulaşmama az kaldı. En azından ben öyle hissediyorum. “Gönül gözüyle yürüyenler karanlık nedir bilmez, umudunu hiçbir zaman kaybetmemen dileğiyle.” diye yazan notunuz beni heyecanlandırdı. Birbirimizi tanımasak bile kalplerimiz aynı dilden konuşuyor anlaşılan.


Sizinle aynı ilçedeyiz. Belediyenin bulunduğu meydana yakın bir caddenin köşesinde duruyorum. Hastalığım izin verdiği sürece kurdele satıp geçimimi sağlıyorum. Eğer yolunuz düşerse sizi tanımak ve varsa kızınıza ya da bir yakınınıza vermeniz üzere size kurdele hediye etmek isterim.


Sevgiyle ve umutla…


MERVE.”

 

Mektubu bitirdiğinde dolan gözlerini silerken ellerinin titrediğini fark etti. Umudun resmi hiç bu kadar gerçekçi çizilemezdi. Duygulanmıştı. Resmin çizilmesine sebep olan kişiye bu kadar yakın olup da ondan habersiz olmasına anlam veremiyordu. Apar topar evinden çıktı ve koşar adım kızın bulunduğu caddeye gitti.


Galiba bu kez genç kızdan önce gelmişti. Biraz beklemeye zamanı vardı. Kızla görüşüp hem tanışmış olacak hem de resmin çizim aşamasında yaşadıklarını paylaşma fırsatı bulacaktı. Zaman ilerledikçe bekleyişindeki sabırsızlığı, yerini meraka bıraktı. Genç kızın
yakınında duran simitçinin yanına gitti ve kurdele satıcısının ne zaman geleceğini sordu.


Simitçi, yüzüne dalgın dalgın bir süre baktı ve “Merve’yi geçen gün kaybettik.” deyiverdi.


Bu söz kalbine bir ok gibi saplandı adeta. Dünya başına yıkılıyor sandı. Yavaşça simitçinin yanına çöktü, “Ne demek kaybettik?”


“Son zamanlarda öksürüğü iyice artmıştı. Zatürreeymiş meğer. Günden güne eridi kız. Ama o hiçbir zaman şikâyetçi olmadı. Kurdelelerini bitirdiği günlerde dünyanın en mutlu insanı oluyordu. Her sabah geldiğinde kutusunun içindeki beyaz kurdeleleri bana seçtirirdi. Onları satmaz bir kenara ayırır, evine götürürdü. Umut ederdi ki evi onlarla dolduğunda yani her yer bembeyaz olduğunda, beyazın ışığı gözlerini kamaştırıp onu aydınlığa çıkartacak, yeniden görmesini sağlayacaktı. Hep bu hayalle yaşama tutundu. Nedenini bilmiyorum ama öksürüklerine rağmen son günlerinde hep yüzü gülüyordu. Çok mutluydu. Dün haberini alır almaz cenazesine katıldım. Görmeliydin, tabutunu beyaz kurdelelerle süslemişler. Beyazlardan daha beyaz olmuştu. Merve hayallerine ulaştı bence.”


Simitçi, sözlerinin ardından suskunluğa bürünse de yanına gelen müşteri nedeniyle gözlerinden akan bir iki damla yaşı sildi ve yerinden kalktı.


“Kolay gelsin, simit ne kadar?”


“Bir lira beyefendi.”


“İki tane verir misin?”


“Buyurun.”


Umut Bey, sarsılmış bir vaziyette yerinden kalktı ve elini simitçinin omzuna koyup kolay gelsin dercesine yanından ayrıldı. Ayakları, atölyesine doğru atsa da o farklı bir âlemde yürür gibiydi. Kendisini mücadele azmini kaybeden birinin baş aşağı yuvarlanabileceği bir
uçurumun kenarında dolanır gibi hissetti. Fakat yeniden hayata sımsıkı tutunmalı ve kendi dünyasının merkezinde bir an olsun kıpırdamadan dimdik ayakta kalmalıydı.


“Aslında umuda yolculuğum şimdi başladı.” diye geçirdi aklından. Ailesini bulana kadar aramaya ve hayatın olumsuzlukları karşısında yılmayıp umudun ipini bir an olsun elinden bırakmamaya söz verdi.


Merve, ona bu ipe sımsıkı sarılmanın değerini öğretmişti.